28 Mayıs 2011 Cumartesi

Liman

Batı limanından yanaşıyordu gemi. İnmek için yanaşmasını bekleyen iki - üç kişi zincirlere tutunuyordu düşmemek için. Bu arada gemi ne kadar yavaş davranıyorsa yanaşmak için, aynı gemi gibi yavaşça yaklaşıyordu tıknaz, siyah giyimli bir adam iskele babasına doğru. Elini uzattı gemideki meslektaşına, diğeri de halatı ona doğru fırlattı. Martılar yağmurda gemilere uyguladığı taciz uçuşlarını bırakmış sığınacak bir yer ararken, ellerindeki halatlarla iskele babalarını boğmaya çalışan o iki adam gibi, inmek için bekleyen bir avuç insan gibi, yağmurun sesi yüzünden öyleymiş gibi görünen gemi gibi sessizdiler. Sus cezasına çarptırılmıştı her şey. Sadece denizin, gemi ve iskeleyle arasında sıkışan suları gürültü yapabiliyordu o an ve yağmur; sinirlerin boşanmış, bacakları gevşemiş biçimde iki gözü iki çeşme yağan yağmur. Buna rağmen, hiç de hareketli bir gününde değildi deniz. Yağmur yağıyordu ama yüzmetrelerce yukarda nereden bırakılıyorlarsa aynı yere düşüyorlardı damlalar. Rüzgar yoktu. Geminin bayrakları demirden yapılmış görünüyordu; kıyıya yanaşmak için tepinen koskoca gövdeye rağmen milim oynamıyordu yerinden.

İki güçlü kuvvetli adam halatları hızla doluyorlardı babaların boynuna. İkisi de aynı anda bir sağa bir sola yatıyor, önlerinde duran babalara işkence ediyorlardı. İkisinin işinin bitmesine yakın, o kocaman gemi kendini kurtaramayacağını anlayınca halatlardan, halatlar el verdiğince suyun hareketine bıraktı kendini. İskeledeki adam o arada getirmişti zaten küçük tahta köprüyü. Şemsiye almayı akıl edemeyenler, başlarına ellerine ne geçiyorsa siper ederek acele adımlarla geçtiler taş çatlasa iki adım uzunluktaki demir kenarlıklı seyyar köprüden. Denizle haşır neşir olan her şey gibi o küçük köprü de aşınmıştı, kurna taşına benziyordu hali. İskeleye ayak basmaya çalışanlardan yalnızca birinin ayağı kaymadı.

Babalarının enselerine patlatacağı tokattan kaçarcasına başlarını bedenlerine sokamaya çalışarak koşan yolcuların tamamı, kuzey limanından gelen derin bir sesle oldukları yerde kaldılar. Bir anda bütün yağmurun, dalganın sesini bastıran, limandan ayrılmakta olan geminin sesiydi. Nereye vardığı görünmeyen sokağın üzerindeki herkesin dikkatle izlediği gemi, batı limanına çevirmekte olduğu kıçını cesurca sergileyerek sisten görünmeyen denize doğru ilerliyordu. Can yakma niyetiyle dikine ve sert yağan yağmurun altında bütün sokak sanki bakışlarıyla itmeye çalışıyordu gemiyi; gözlerini ayrılmadan gemiyi izliyorlardı donup kalmış halde. Batı limanı da dikkat kesildi, tabloyu bozmuyordu. Bir yandan ellerini, gazetelerini, şemsiyelerini başlarına tutarken diğer yandan içinde bulundukları sahneyi sorguladı birkaç tanesi. Üçü geminin nereye gidebiliyor olabileceğine kafa patlatırken, sadece biri niçin bu kadar insanın bir geminin gidişini izliyor olduğunu düşündü; hayır, bu kişi basamağı geçerken ayağı kaymadığı için bir anlığına kendini şehre yeni gelenlerin en muhteşemi addeden kişi değildi.

Kuzey limanından kalkan gemi, bu güne kadar kenti bir kez bile terketmeyen sisin içinde kaybolup gidene kadar, gözlerini kırpana ceza verilecekmiş gibi izlendi. Limandan ayrılan geminin kıç güvertesinin korkuluklarına tutunmuş geride kalanları izleyen birkaç kişi de tam da gemi sisin içinde yok olurken yavaş yavaş kamaralarına doğru yola çıktı. Aynı anda limandaki büyü de bozulmuştu; batı limanına henüz ayak basanlar dışında kimse hınçle yağan yağmura aldırış etmedi, ağır ağır limandan ayrılıp kente doğru dağıldılar. Batı limanına yeni gelen altı kişi ise sığınacak birer çatı bulmak için çaresiz ve dikkatsizce koşturuyordu. İki tanesi hemen yakındaki büfenin koca şemsiyesinin altına sığındı. Sosislerin bulunduğu kaptan yükselen buharı hapseden şemsiyenin altına dikildiler. İkisinin de yüzünde yağmurlu havalara özgü o ekşi koku almış adam ifadesi vardı; yüzlerden okunan memnuniyetsizlik, yoğun nemden rahatsız oluşun, acilen sıcak bir duş alınması gerektiğinin, ardından da uyumak ihtiyacının beynin içerisinde davullarla zurnalarla dikkat çekmeye çalıştığını anlatıyordu. Yine de çok geçmeden birbiriyle sıradan, soğuk, mecburiyetten bir diyaloğa girdi ikisi. Sizin bunları okuduğunuz kadar bir sürede de üç tanesi iki sokak ötedeki otelin önüne geldiler bile. Bu üç kişiden yalnızca biri az önce bağıra bağıra kıçını dönüp giden geminin nereye gidiyor olabileceğini düşünmüştü.

Bir kişi kaldı; o da yağmurdan korunmak için girdiği telefon kulübesinde sigara içiyor şu anda; çoktan siste kaybolan geminin ardından babakalan yaşlı adamı izleyerek. Bilmediği şeyse, o yaşlı adamın rıhtımdan ayrılışına tanıklık etmek istiyorsa birkaç sigara süresince daha beklemesi gerektiği. Yine de bekleyecek gibi görünüyor yüzündeki ifadeye bakılırsa; ahmakça yağmurun dinmesini bekleyecek, gemiden inerken tökezlemeyen tek kişi. Hayatta en iyi yaptığı şeyi yapacak, bekleyecek.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Mesafe

100 metre yükseklikteki bir binanın çatısındaysanız, ölümle aranızda 100 metre var demektir. Sarı çizginin üzerine bastığında kendini ölüme meydan okuyormuş gibi hissettiğin o metro durağında da 2 metre ya var ya yok. Şakağa dayanmış bir silahsa söz konusu, bir namlunun uzunluğu kadar ölümle arandaki mesafe. Televizyonun karşısında otururken ; koltuktan masanın üzerindeki çakmağa 2 metre desen, oradan da mutfaktaki ocağa 10-12 metre. Toplamda 12-14 metre uzaklıkta oldukça gürültülü, şenlikli bir ölüm var. Tekleyen bir kalbe sahipseniz, aranızda bir mesafe yok; sizin kapsama alanınızda zaten. Kıç cebindeki kelebekle aranızda 0.3 cm falan var; giysilerin kalınlığına bağlı olarak. Veya sabah işe giderken diyelim ki Bostancı'da karşılayacak sizi ölüm. Nereden baksan 1.5 saat sürer, taş çatlasa 20-25 kilometre. Tüm bu mesafeleri bir yana bıraktığınızda, sizin bittiğiniz yerde yaşam başlıyor. Yaşamın kıymeti de ancak hastayken bilinir bak; o da ayrı bir tartışmanın konusu. Tartışmıyor muyuz?

İyi.

Hazza ne kadar var? Restorana ne kadar varsa ona da o kadar. Ya da bir Tekel büfesine. O anda aranan hazza bağlı. Doğuştan çıkıntılı bir varlıksan, ortalama 15cm uzakta haz. Girintili varlıklarda ise çıkıntılıların ki ne kadar uzaktaysa bedenlerinden, girintililerin de o kadar içerde. Hem tek seçenek o da değil. Oh valla ya, hayat sana güzel be kadın!

Bazen yalnızlıkla aranızda onlarca kişi varmış gibi görünüyor hani; aslında yok o kadar. Ne kadar kalabalık olursa olsun, senle diğerlerinin arasında sırtı sana dönük bir sen oluyor. Yüzüne bakmadan ne kadar sıkıldığını anlatıyor sana, senle yalnız kalmak istediğinden bahsediyor. Dayanamayıp dinliyorsun bir yerden sonra. Sessiz, sakin bir yer buluyorsun; bu kez de yok oluyor. Sadece başkaları varken gelip rehin alıyor adi şerefsiz. Bu nedenle çok önceden planlanmış bir randevuya iştirak edilmesi, yatılan yatakta başkasına ait bir vücut daha olması, banka kuyruğunda yeni arkadaşlar edinilmesi; yalnız olmamak anlamına gelmiyor çoğu zaman.

Trafikteyken öfkeyle aranızda 1 araç var. Kavgayla bir kapı. O kapıdan çıktıktan sonra şiddet ve belki acıyla aranızdaki olası uzaklık belki bir kol, belki bir bacak, belki de bir levye boyu; karşı tarafın tercihine kalmış. Mutluluk, dayağı yemekte olduğunuz yerle en yakın polis memuru arasındaki uzaklık kadar yakın olabilir böyle bir anda. Ya da şoför yanındaki koltuk mutluluğa dönüşebilir teselli edecek birine yataklık ediyorsa.

Gururla aranızdaki mesafe, 1 saattir gözgöze geldiğiniz beton gibi hatunun uzaklığı kadar. Bir yerden telefonunuzu bulan hatun sizi aradığında bu mesafe kulağınızla telefon arasındaki o mesafesizliğe kadar inebiliyor. Sadece karı kız meselesi de değil; gurur topa vurduğunuz yer ile topun girdiği doksanla aransıdaki mesafenin, sizi ağzı açık izleyen kişi sayısına bölümüdür halı sahada olsanız mesela.

Peki tüm bunların devamlılıkları ne kadar? En çok süreni ne kadar sürer? Ne işe yararlar Zekeriya?

Sktiret şimdi.

Huzur nerde oğlum lan?!

Huzurun dinamikleri daha farklı. Hani tüm diğer tüm kavramlarla aranızdaki mesafeyi ölçerken çıkıç noktası olarak kendinizi alıyorsunuz ya; huzur öyle değil işte. O kendi bildiği yerde öylece duruyor. Size olan uzaklığı da öyle kestirilebilir bir uzaklık değil. Daha kolay bir şekilde anlatmaya çalışırsam; ne tür bir huzura ihtiyaç duyduğunu belirlemek zor. Ki bu aslında işin güzel yanı. Durmadan aklınızı kurcalamıyor, ne zaman ve nasıl ulaşacağınızı (ya da ulaşıp ulaşamayacağınızı) düşünerek g.tünüzü yırtmıyorsunuz. Beklemeniz gereken, isteyeceğiniz türden bir huzur kaynağının aklınıza gireceği an. İşte bundan sonrası çok sıkıntılı. Kendinizle kombine ettiğinizde huzuru bulacağınızı düşündüğünüz o şey her ne ise, bir şekilde onun da size doğru meyillenmiş olması gerekiyor. Şöyle ki: Huzur, x kasabasında sessiz sakin bir akşam veya bir ömür geçirmek mi? O zaman o x kasabasında sizi bekleyen bir yer olması, sizin ihtiyacınız doğrultusunda sessizliğe bürünmüş olması gerekiyor. Sayısal lotonun size çıkmasıysa huzur, önce elinizdeki kuponda, sonra da TRT'deki çekilişte yan yana gelmesi gerek o sayıların. Bir insansa, sizin onu istediğiniz kadar ve sizin onu istediğiniz şekilde onun da sizi istemesi lazım. Huzur için ne kadar çaba gösteriyorsanız, huzurun da sizxin için o kadar çaba gösteriyor olması gerek.

Yani?

Yanisi; ne bileyim aq Zekeriya. Beklemeye devam. Bak mesela, bu yazıyı "İlla ki bir sonuca bağlanır" diye okuyan biri varsa, ondan hayal gücünün sınırlarını zorlayan küfürler işitiyorum şu an. Mutlaka bir sonuç isteyen varsa şununla yetinsin:

"Yanlış bir hayatta doğru yaşayamazsın"

Dün Adana plakalı bir kamyonun çamurluğundan okudum bunu. Bir düşünün bence.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Biri Beni Bıçaklasın

Mayıs ayına girince bi halt olacak zannetmiştim ama havalar yaklaşık bir 6 aydır aynı. Bu aq yanardağı patladı ya, onun yüzünden 2 sene havalar hep böyle Çin işkencesi gibi olacakmış. Sabah serin, akşam serin, öğlen serin, gece soğuk; güneş yok! Arkadaş bu yanardağ niçin bizim g.tümüzde patladı ki şimdi? Taaa anasının örekesinde patlamış, bizim niye asabımızı bozmaya çalışıyor lan bu? Savaş açalım lan İzlanda'ya. Olmadı satın alalım. Kanal İstanbul'a harcanacak paranın 5te 1ine alırız şerefsizim. "Lan ta elinin köründeki İzlanda'yı alıp ne yapacaz?" demeyin, bulunur elbet yapacak bir şey. Kanal İstanbul'la ne yapılacaksa, İzlanda'yla daniskası yapılır.

Hava öyle o.ospu çocuğu ki; yarım saat boyunca karanlık, sonra 1 dakika için her taraf ışıl ışıl oluyor. O bir dakika bitince hadi bakalım tekrar karanlık... Bitemedi şu kavanozda yaşama hissi. Sanki böyle kooooskocaman bir kavanozun içindeyiz, arasıra 1 dakikalığına kapağını açıyorlar "Azıcık hava alsın lan" diye, ondan sonra tekrar kapanıyor. Kapının önüne çıktım, kafamı yukarı kaldırıp "Açık kalsın lan!" diye bağırdım, şahitlerim var. O kapağı açıp kapatan her kim ise beni dinlemedi. O güneşten de 1 dakikalık faydalanamıyorum ki ben arkadaşım! Bulut izin verse bu abuk sabuk binalar izin vermiyor! Ya sıkıldım, bunaldım, delirmek üzereyim ve bir şeylere zarar vermek istiyorum. Olmadı kendime. Hani işin günah kısmı falan olmasa dalacağım birilerine. Ya da atmak istiyorum bir yerlerden kendimi ama ölürüm mölürüm şimdi gereksiz bir hareket olur. Çok rica etsem beni bıçaklar mısınız? Karşılık da vermem.

Ben içimdeki daraltıdan, nefes alacak yerim kalmadığından bahsederken bugün bir çılgın projeden daha haberdar oldum. Efendim; İstanbul'da karşı yakada "Uskumruköy" diye bir yer varmış. Oraya 1 milyonluk bir şehir kurulacakmış. Aynı şekilde bir 1 milyonluk şehir de Anadolu yakasına. Ne güzel, şehir kurulmadan evvel kaç kişinin yaşayacağına da karar veriliyor. Zaten kaç çocuk yapacağımıza da karar verildi. İşte; anne-baba, topla onları. Kaç etti? İki. 3 tane de çocuk? 5 oldu. Böl 1 milyonu 5'e; kaldı mı 200bin? 200bin aile yaşayacak demek ki. Üstad bir de şöyle demiş:

-"Amaç İstanbul nüfusunu arttırmak değil, birileri bunu speküle ediyor (tabi canım, gelecek buraya 1 milyon kişi; 1 milyon başka kişi de sınırdışı edilecek zaten). İstanbul'un birinci derecede deprem tehdidi altında olduğunu unutmayınız. (O yüzden deniz kenarına 1 milyonluk bi şehir kuruyoruz ki, deprem olduğunda kurtarma çalışmalarıyla vakit kaybedilmesin; boğularak ölüversinler.) İstiyoruz ki o çirkin yapılaşmalardan kurtulmak istiyoruz. Deprem olduğu zaman belki yüzbinlerce insanın ölümüne neden olacak yapılanmadan İstanbul'umuzu kurtaralım istiyoruz (O çirkin yapılaşmaları babam yaptıydı vaktinde. Gecekondulara elektiriği suyu da amcamın oğluyla birlikte bağladık. Tapuları da elbette ki biz verdik.)"

Ayranımız olmadığı halde s.çmaya atla gidişimizin nedeni olan BU zihniyetin bize aşıladığı hazırcılık ve dış - iç borçlanmadaki önü alınamaz yüzsüzlüğümüz önümüzdeki dönemde de süreceğe benziyor saygıdeğer abilerim. İnsanımız "iş" yerine "aş" tercih ederken, hükümetimiz de önce tarlasının yanıbaşına fabrika açılacağı söylentisi çıkan köylü gibi elinde avucunda ne varsa haraç mezat sattıktan sonra, eli baba parasına alışmış oğulun gözü karalığıyla astronomik meblağlar gerektiren skindirik projeler peşine düştü. Pardon ama, bizi batıran bu değil miydi zaten? "Ah ah nasıl yıktılar bizi, kendi içimizden vurdular!" diyerek önceki dönemlerin şehirleşme anlayışına çemkiren sayın Başbakan; sen de burada belediye başkanı değil miydin? Senin döneminde de katlanarak artmadı mı nüfus? Kaçak konut? OY!? Senin kafandan olmayanlar ne ara yönetti ki o şehirleri? Çok afedersiniz ama yepisyeni cumhuriyetin .mına koydunuz 100 sene geçmeden, daha ne kadar koyabilirler ki dedikçe daha da koydunuz. Önünüzü alamadık.

Bi taneniz çıkıp abuk sabuk "Bakın lan ne geldi aklıma" diyerekten bir şeyler anlatır, biriniz yok çikolata yok püskevit; yerel dilimi kullanayım derken .aşak oğlanına çevirir kendini. Bir diğeri yine elinde belge "Lan bak açıklarım! Lan! Açıklarım diyorum!" şeklinde hiiç de beceremediği biçimde atarlı, giderli. Yahu hava basık, güneş yok, deliriyorum lan bi sktirin gidin! Bağırtmayın şu otobüsleri minibüsleri sokaklarda!

7 Mayıs 2011 Cumartesi

1 Düğün 5 Cenaze

Tam bir hafta oldu. Ne haftaymış ya. Ne düğünmüş ya. Allah'ım o ne ihtişam, o ne göz kamaştırıcı bir düğün Yarabbi! Gelin de zayıflamış, kilo vermiş stresten ama yılan gibi de olmuş hani. Kardeşi desen, ilik ilik! Avam aile, düğün için masraftan kaçınmamış. Düğün için 625000 lira harcamışlar. Ama tabi yatırımı iyi yapmışlar, 12 milyon lira toplanmış düğünde. O kadar kalantor misafiri boşuna çağırmadılar tabi; Prensin dayısından bir şato, amcasından bir ada; paraları üzerlerine mi taktılar yoksa torbaya mı doldurdular acaba, ben izlemedim. Dünya üzerindeki 2 milyar insandan biri değildim düğünü canlı izleyen. Bu düğünün heyecanını, coşkusunu 1 ay daha yaşayacak yaklaşık 1 milyar insanla da işim yok maalesef. Prensin prensesle kalacağı kirası 900 sterlinlik evin resmini internette gezinirken öyle bir gördüm, üzerinde hiç durmadım. Annem kanal kanal dolaşıp her kanalda ayrı ayrı izlemiş aynı görüntülerini evin.

Duydunuz mu bilmiyorum; bu İngiliz kraliyet düğününün orgazmı hala sürerken, prens Harry yatakta fossur fosur uyurken bir başka prens dehşet içinde oradan oraya koşturuyordu. Üzerinden henüz 36 saat geçmişti ki düğünün, İngilizlerin vaktiyle çok da yakın ilişkiler içinde bulunduğu Libya kraliyet ailesinin prensinin kafasına bombalar indi; İngilizlerin de parmağının bulunduğu bir operasyonla. Daha Blair döneminde milyonlarca sterlinlik yardımlarda bulundukları, ticari anlaşmalar yaptıkları Kaddafi ailesinin bugün kafasını kesmekte bir sakınca görmedi İngilizler. Bir gururdur kapladı içlerini özgürleşmek isteyen Libyalılara koltuk çıktıkça. Halk operasyonu destekledi bir yandan arabalarının radyolarından operasyon haberlerini dinleyip bir yandan depolarını doldururuken. Bundan 5 yıl önce deposunu doldururken Kaddafi'nin kendi halkını taradığı silahlara mermi alıyordu İngiliz; şimdi de Libya halkını tarayan koalisyon askerlerine mermi alıyor, ondan hiç bahseden yok. Diğer yanda; Harry evlendi, oh! Kaddafi'nin oğlu, 3 torunu öldü; ona da oh!

Takı töreni devam ederken, birilerinin aklı başka yerdeydi düğünde. Bin Ladin'e operasyon düzenleme emrini düğün esnasında vermiş Obama. 1 Mayıs'ı ertesi güne bağlayan gece yakalamışlar, sabahına da çıkmış açıklamış Obama "Lan olum vallahi sıtrit faytırı bitirdim" diye bağıra çağıra arkadaşlarına koşan veletin heyecanıyla televizyonlarda "Adalet yerini buldu" diye. Halk da galeyana gelmiş, sevinç içinde bayraklara sarınmışlar, "Hurray! hurray!" die bağırmışlar falan. Masal da böyle bitmiş. Çok afedersiniz ama y.rram bitti sevgili Amerika halkı.

Koskoca, 350 milyon nüfuslu, 6 milyarlık dünyayı parmağının ucunda çeviren Amerika Birleşik Devletleri'nin halkı; tek bir (1, bir adet) insanın ölümüyle sevince boğuldu arkadaş. Ölümüyle! Terör bitti, Amerika kurtuldu. Salak, yemin ediyorum gerizekalı bu millet arkadaş. Öldü; nerde? Pakistan'da bir villada! Nasıl? İşte Navy Seal birimleri baskın düzenledi falan fişmekan. Direniş? Yok. Tamam ele geçirdiniz, ölü ele geçirdiniz; cesedin fotoğrafı? Fotoşop. Tamam fotoğrafı s.ktiret, cesedin kendisi? "Denize attık onu biz"... Yahu Allah için bir söyleyin; bu Bin Ladin hiç var oldu mu ya? Adam dağda bayırda yaşıyor, g.tünü taşa siliyor afedersin. Sen bu adamın yerini bulamıyorsun ama, taa uydudan Suriye'nin yapmaya henüz başlamadığı nükleer santralın resmini çekiyorsun. Ve öyle bir hükümetsin ki, bunu halkına yediriyorsun. Vallahi helal olsun ya.

Bizde seçim malzemesi olsun diye 20 yıllık terörist lideri ele geçirildi, gazı 2 gün sürdü. Tamam seçimler ietkiledi de, bu kadar mesele olmadı medyada. Kaldı ki bizimki kanlı canlı bir teröristti, hala hatırlıyoruz o askerlerin "Memlekete hoşgeldin" deyişini; adamı videoya almışlardı. Obama da gitti seçim malzemesi olarak Bin Ladin'i buldu, halk sokaklara döküldü ama aslında sizin oralarda düşmansız yaşanmaz ki. Hangi tehditle insanları bir arada tutacaksın şimdi? Nasıl korkutacaksın? La benim de ettiğim lafa bak. Sen onu çoktan düşünmüşsündür panpa.

Ne haftaymış ya.