27 Nisan 2011 Çarşamba

Lezzet Dudakları VI - Özsüt

Şu anda size Gebze Center - Özsüt’den yazıyorum gençler. Nassınız? İyi misiniz? İş güç nasıl inşallah? Oh on pek ala, pek ala. Size Özsüt anlatayım diye Meydan’da rakı – El Clasico kombinasyonunu elimin tersiyle bir kenara ittim, sevildiğinizi bilin. Hava da soğuk, b.kum bağırsaklarımın içinde donmak üzere. Şimdiden 1-0 geriye düştü Özsüt. Ulan insan bir sorar “Üşüdün mü panpa, ısıtıcının düğmesine basıvirem mi?” diye. Hemen karşımdaki masada oturan dayıların üzerinde mont olmasına rağmen neden onlarınki yanıyor da benimki yanmıyor arkadaşım? İnsan evladı değil miyim ben? Hayvan evladı mıyım? Benim anam inek mi?

Gelir gelmez hemen yanıma bir garçon geldi, bak bu iyi bir şey. Bir baktım; tanıyorum lan ben bunu! Daha önce Pusula’da çalışıyordu bu. O beni tanımadı. İlginç. Ses etmedim ben d... Bak işte, hemen çaprazıma 2 kişi oturdu, hiç sormadan yaktılar ısıtıcıyı, verdiler alevi beyinlerine. Bak ya. Neyse. Her zamanki gibi bir Türk kahvesi (orta şekerli ) ve bir de sade soda. Sonuç: Kalp krizi. %100 çalışıyor. Bir de menü istedim, aslında menülerinde neler olduğunu az çok biliyorum ama değiştirmişler şekil olmuş bir bakayım. Sora gitti bu. Evet.

Tekrar geldi. Bu arada ben de wireless şifresini sordum, söyledi, denedim, çalışmadı. “Gel” dedim “panpa” dedim, “Çalışmıyo bu şifre” dedim. “Alala?” dedi. “Çalışması lazım” dedi. “Hepsi büyük harf, bitişik, Özsüt Özsüt yazacaksın” dedi. Dediğini yaptım. Çalışmadı. Tekrar “Alala?” dedi. Baktım yüzündeki ifade bi önceki “Alala?” ile aynı, aynı diyaloğu bir daha yaşamamak için “Tamam yea neyse boşver” dedim, geçiştirdim. Offline yazıyorum anlayacağınız. Böylece küfürleri bipleyebilirim. Kahvem de geldi bu arada. Çarşıdaki Mado hakkında ne yazdığımı okuduysanız (hiç sanmıyorum), oradan da pek memnun kalmadığımı görmüşsünüzdür (Mado da kahroldu zaten). Lakin anlattığım mekanlar arasında içtiğim en iyi kahve o beğenmediğim Mado’daydı. Ara sıra hala gidiyorum oraya, buranın aksine aradan geçen zamanda kendilerini geliştiriyorlar. Velhasıl; kahve hiç de güzel değil. Orta şekerli değil de, bol klorlu olmuş.

Kahvenin ardından istediğim frambuazlı panna cottayı yiyorum şu an. Tek kelimeyle hayal kırıklığı. Şimdi bunu görse Sezai çok şaşırır; zira birkaç ay önce geldiğimizde de aynını yemiştim ve g.tüm düşmüştü (bipledim). Herhalde 3-4 ay önce hazırlamışlar 1 yıllık panna cottayı, biri istediğinde dolaptan çıkarıp servis ediyorlar. Yani lezzet; eh. Görüntü; e yani. Ama kalite? Abi bu kesinlikle bayat. Yani bunun bayatı nasıl olur derseniz böyle olur derim; pek bayatlayacak türden bir yiyeceğe benzemiyor. Yani olsa olsa bozulur, çürür, ekşir falan yani ama hakikaten bayat lan. Çok garip.

Yukarıda yazdıklarıma bakıp aldanmayın; burası Gebze’de gelinebilecek en iyi yerlerden biri. Burada bir mekânı illa yiyip içtiğinize göre değerlendiremezsiniz. Biraz da kafayı kaldırıp etrafa bakmak lazım. Tahta masaları, hasır koltuklarıyla aslında hoş bir yer. Yani Özsüt işte, bildiğin Özsüt. Köşe koltukları falan var böyle minderli falan, onlar da oldukça rahat geniş. İyi yani. Fiyatlar Gebze gibi bir yer için gayet de güzel olmakla birlikte, sudan ucuz da değil. Daha ucuz olmasını gerçekten istemezsiniz; yoksa tüm masalar çaylarını 1 saat önce bitirmiş höbey höbey bağırarak konuşan harrolarla dolu olurdu. Kurtarılmış bir bölge olduğundan, müşteriler de gayet hoş, şık, şeker, sevimli, böyle ne bileyim; insanın içini ısıtan cinsten. Hele ki uzak köşede oturan iki tane var ki… Neyse. Ayrıca işletmecisi de gayet hoş bir abla, onun için de gelinebilir yani; söyleyeyim. Yani böyle çok zorlarsanız Blake Lively’e benzetebilirim sizin için. Geldiğimden bu yana çalan müzikler de Sezen Aksu, Nazan Öncel, MFÖ falan. Gebze’de bulunan böylesi bir mekânda Serdar Ortaç duymamak insanı hem şaşırtıyor, hem de sevindiriyor. Masaların arasında size musallat olmadan, lafınıza karışmadan dolaşan çalışanlar görmek sizi rahatlatıyorsa, burda o da var.

Sonuç olarak: Buraya gelin arkadaşlar. Türk kahvesi içmek, panna cotta yemek zorunda değilsiniz. Yaptığımın hıyarlık olduğunun farkındayım; insan bir kazandibi, bir profiterol falan yer. Özsüt lan burası! Ama işte anlayın siz de beni; kazandibi bayık, profiterol de ağır geliyor yani. Siz de onları yiyin, bana anlatırsınız. Hadi bakalım. Daha eve gidip yazıyı yayınlayacağım falan; işim uzun benim. Eyvallah.

5 Dakika

İnsanlar zaman mefhumu ile bilinçlerine kavuştukları andan beri iç içeler sanırım. Zamanı ölçmek, zamanı ölçü birimleriyle değerlendirmek ise ilk kimin aklına gelmiş bilmiyorum ama merak ettim; hiç araştırmadım. Göreli bir kavramı ölçebilmek için mükemmele bu kadar yakın bir sistem kurmak için gerekli vasıflara sahip kişinin, sadece bu alanda değil, diğer kafa gerektiren pek çok alanda da başarılı olmuş olması lazım. Bugün saat deyince akla Swatch, Seiko, Brietling falan geliyorsa işte tam da bu saati keşfeden kişinin başarılı oluşunun kanıtıdır; ne kadar maharetliyse o kadar unutulabilirdir bir insan.

Küçükken "Günler de amma yavaş geçiyor aq" dediğimi hatırlıyorum hep. 1 gün 1 hafta gibi gelirdi. Hayal gücüm olmasa ertesi güne uyanmak istemeyecektim heralde. "Lan bi bakmışsın yarın okulu uzaylılar istila ediyomuş" diye heyecanla uyuduğum geceler hatırlıyorum. Yaş ilerledikçe hayal gücü terketmiyor insanı ama hayalleri gerçek hayata uyarlamaya çalışırken daha bir ayakları yere basıyor insanın. Günler çocukluktakinden daha sıkıcı. Kesinlikle daha hareketli, daha yorucu, daha yoğun, ama daha sıkıcı. Eskiden en büyük dert çizgi filmin saatini kaçırmamak veya tasoları kaybetmemekken şimdi günün her anı kocaman kocaman streslerle dolu ve huzur bulmak da imkansız gibi ama dedim ya işte hayal gücü diye; onu biraz da umutla karıştırıyorsun. Ertesi güne uyanmak için bir neden haline geliyor "huzur", hayal gücü size birkaç mucizeyi aynı anda yaşamanın mantıksız olmadığını kabul ettiriyor.

Dedim ya göreceli diye; Einstein'ınki gibi göreceli değil benim demek istediğim. Az önce bahsettiğim gibi; çocukkenki zamanla büyüyünce algılanan zaman veya bayram ziyaretindeki zaman akış hızıyla halı saha maçındaki zaman akış hızı. Filmin başlamasına kalan 5 dakikayla tuttuğunuz takımın 9 kişiyle 0-0 götürdüğü maçın son 5 dakikası aynı uzunlukta değil. Bazı 1 saatler var ki 5 dakikada geçiyor, bazı 5 dakikalar var ki saatler sürüyor. Yine de, 1 saatlik süre ömürden 1 saat, 5 dakikalık süre ömürden 5 dakika götürüyor. "1 gecede saçlarım beyazladı, 10 yıl yaşlandım" diyenlere bakmayın işte; insanlar genelde niçin yaşadıklarını anlayamadıkları sıkıntıların sorumluluğunu zamana yüklerler, zamana karşı koyulmaz ya, o hesap. Söylerken farkında olunmasa da elden birşey gelmezin, kaderciliğin başka bir karşılığıdır zamanı suçlamak. Neyse işte.

Bu yazıyı, zamana belirli bir tavırla yaklaşmanın yanlış olduğunu anlatmak için yazmaya başladım. Yazmaya başlamamın üzerinden 5 dakika geçti. Sanırım adını da "5 Dakika" koyacağım bu yüzden. Burada bir nokta var; günlerce boşlanmış bir bloga yeni bir yazı yazıp rahatlamak 5 dakika sürüyormuş. "Ya ne yazıcam ki, aklıma bişey de gelmiyo; zaman geçtikçe geriliyorum" deyip suçu zamana atmaksa günler alıyor. Kısaca; günleri, saatleri gözünde büyütüyorsun ama bir s.kim olmuyor, hiçbir şey çıkmıyor o saatlerden ve günlerden. Buna karşılık bazı 5 dakikalarda dünya kadar olay oluyor. Evren bugün kimbilir kaç yaşında, hala genişliyor; ama şu anki hızını Büyük Patlamadan sonraki ilk 3 saniyede kazanmış, mesela. Diğer yandan, kadının karnının şişmeye başlamasıyla "Nur topu gibi bir çocuğunuz oldu" diye kucağına bir bebek bırakılması arasındaki süre birkaç ay, serpilip gelişip aile kurması birkaç on yıl, emekli olması yarım asır falan filan. Ve bir kalp krizi; 10-15 saniye. Deprem desen taş çatlasa 1 dakika. Bir merminin namludan çıkıp biryere saplanması ise saniye bile değil.

Ve çok değil; birinin sizden istediği 5 dakikayı onunla paylaşmak. Sizin için 5 dakikalık bir sıkıntı olabilir ama bir başkası için bir gece sürecek bir huzur, ertesi güne yetecek kadar rahat bir uyku, bütün günün hatta belki haftanın stresini emecek yoğunlukta bir mutluluk, güzel bir rüya için lezzetli bir bilinçaltı besini anlamına gelebilir belki. Kaldı ki bu 5 dakikanın tüm külfeti bir günün 288'de 1'i kadar daha uyanık kalmak, 6.5 saatlik bir uykunun 90'da 1'inden feragat etmek demek sadece. Elbette ki bu sizin için katlanılması zor bir sıkıntıdır, bir 5 dakika daha ayakta kalamayacak kadar yorgun hissedebilirsiniz; yine de bir 5 dakikada yukarıda belirttiklerimin gerçekleşebileceğini unutmayın karşınızdaki için; eğer gerçekleşeceğinden eminse, elbette ki o 5 dakikayı elde etmek için zorlayacaktır.

Sonuç olarak; ne kadar kısa olursa olsun, zamanı kendiniz için büyütüp başkası için küçümsemeyin. Ya da nasıl biliyorsanız öyle yapın; çünkü, zaman siz ne kadar anlam yüklerseniz o kadar anlamlı ve değerlidir.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Seks Otobüsü Ücret Tarifesi

Taksim'de "Seks Otobüsü" kavgası

"Bunlar orada yan yana oturmuşlar. Biri diğerinin koluna girince anladım ki seks yapıyorlar. Yani, biz büyüklerimizden öyle duyduk. Ben bu yaşıma kadar bekaretimi korumak için elimden geleni yaptım; yoksa kimler kimler koluma girmek istedi. Kalktığım gibi yerimden "Burası şey otobüsü değil?" dedim. "Ney?" dedi pezevenk. Adını unuttum. İnsanın her gün karşılaştığı bir şey değil. Sonra hatırladım; "Sex otobüsü değil" dedim. X'le. Öyle yazılmıyor muydu? Hani "18 year old teen had sex for first time" falan yok mu internette, ordan biliyorum."

Otobüs ve minibüs şoförlerinin ayı ve gorilden evrildiği bir ülkede yaşıyor oluşumuzun kanıtlarını her gün görüyoruz bir şekilde. Bu örnekte de yanyana oturan bir kadın ve erkeğin tesadüfen meydana getirdiği, kaza kurşunuyla doğan bir İETT şoförü var. "Bu tür olayların İstanbul gibi bir yerde yaşanıyor olması ne kadar ilginç, değil mi?" gibi sorulara inanmıyorum ben, asıl ilginç olan "Bu tür olayların yaşanıyor olması". Bir otobüs şöförü, bu tepkiyi gösterecek medeni (?) cesareti nasıl bulabiliyor? Hadi onu geçtim, böyle bir tartışma anında nasıl oluyor da mağdur gençlerin başına gelen olaya tepki gösteren sadece bir kişi çıkıyor? (kaldı ki o da bir başka öğrenci) Neden öğrenci otobüsün plakasının resmini çekmeye çalışırken şiddet görüyor? Ve son olarak, niçin otobüs şoförü tarafından rezil edilmeye çalışılan bu gençler dayak yiyor da, otobüs şoförü işine devam ediyor? Bir değil iki değil bu durumlar ama tabi biraz Türk olmakla ilgili bunlar. İnsanların görüp geçirmişlikleri arasında aynı gelir dağılımındaki gibi uçurumlar olunca, gördüklerinin ne olduğunu idrak edemiyor demek ki. Burada da Türk insanına özgü dayanaksız özgüven ve engellenemez tepkisellik ortaya çıkıyor.

"Hayat kadını zannettim"

Eskiden Ramazan ayında ulu orta yemek yiyen insanlar dövülürdü Anadolu'nun ücra köşelerinde. Anadolu derdik. Uzun saçlılar dışlanır, tartaklanırdı tutucu muhitlerde "E oralarda öyle gezmiceksin o zaman hacı" derdik. Şimdi her yerde böyle abuk sabuk olaylar var. Bak mesela, bu otobüs olayının olduğu gün bir olay da Eskişehir'de oldu: Gece vakti bir öğrenci kızımız eğlenceden evine dönüyor. Apartmanın girişinde kapıcı da görüyor bunu, laf atıyor; yetmiyor bir de elliyor. Sonra polis - sorgu - nezaret falan. Adam ne dese beğenirsin? "O saatte eve girerken görünce hayat kadını sandım." Ulan pezevenk, sen hayat kadınını elle bakayım neler oluyor. G.tün yiyorsa bi elle bakayım. Gece sabaha karşı eve dönüyorsanız; ellenmeye, taciz edilmeye razısınız demek kızlar. Bunu unutmayın. Geceleri eğlenip eve geç dönüyorsanız, yollusunuz demektir. Saat 12den sonra apartmana giriyorsanız, kapıcıya en azından kendinizi elletmek sizin boynunuzun borcu.

Bedri Baykam'a bıçaklı saldırı

Bir de Bedri Baykam hikayesi var tabi. Bunun durumu biraz daha karışık. Nedense başbakana karşı laf edenlerin başına hep bir musibet geliyor; Allah, Tayyip'e karşı gelen kavimlerin başına pislik yağdırıyor. Kıvırcık, Kars'taki heykelin yıkılmasına karşı başlatılan bir harekete sözcülük yaptığı gün başına bir şey geldi; yasadışı örgüt üyesi çıkmadı, vergi borcu da yok. Zaten ağırlığı olan biri de değil. Pıçaklayıverdiler. Neden diye sordular bıçaklayana, nedeni şuymuş: "Allah birdir, Allah'tan başka ilah yoktur." Saldırganın verdiği yanıt bu. Sonuç? Adli tıbba göre adam ruh hastasıymış. Hayır, dese ki cevaben "Bıçakladım çünkü eşşeğin s.ki nedeniyle"; o zaman akıl hastası. Yok, eğer "Allah birdir" deyince akıl hastası oluyorsa, aynı şekilde otobüs şoförü de, kapıcı da akıl hastası! Hala alışamadınız mı aq, bu ülkede insanların kafalarından çürümüş, paslanmış yargılar var; devlet bile o yargılarla yönetiliyor! Gece eve geç dönersen, yollusun. Sarılıyorsan yanındakine, seks yapıyorsun. Saçların uzun bir adamsan, satanistsin. Komünistsen, godoşsun. Türbanlıysan, cennetliksin. Camiye gidiyorsan, müslümansın. Bunda akıl hastası olacak bir şey yok ki! Bu, bu ülkenin gerçeği.

İyi izleyin olacakları şimdi; aslında olması gereken hiçbir şey olmayacak. O muhit hangi muhitse, insanlar arkadaşlarıyla el ele kol kola rahat rahat gezemeyecekler. "Aha bu yezit gibiler yüzünden işinden oldu o şoför" denecek; o şoför de işinden falan olmayacak, başka hatta verilecek. O kapıcı belki ceza alacak ama, "Bak bu kahpe yüzünden adam karakolluk oldu" diyecekler o kıza bakıp bakıp. Bedri de bıçaklandığıyla kalacak, olay unutulacak. Uyuz olacak bu duruma Bedri, sürekli hatırlatmaya çalışacak, sağda solda televizyonlara çıkıp anlatacak "Ben pıçaklandım, kimse bi elimden tutmadı" diyecek, "Gündemde kalmaya çalışıyor" deyip itibar göstermeyeceğiz. Adamı da salarlar yarın öbür gün. Deli ya. O yüzden.

19 Nisan 2011 Salı

Fortress Of Solitude - IV

Hasta olmak derken kastettiğim buydu işte. Aldığı nefesin farkında olmamak, yediğinin tadını alamamak değil sadece; ben hasta olduğumda beklediğim ve aldığım bunun çok daha fazlası. Hasta olduğunuz zaman içinizde hiç hasta olduğunu gizleme ihtiyacı doğmuyor mu? Doğmuyorsa, çevrenizde sizin aciz bir anınızda yanınızda olacak birilerine sahip olmanızdan kaynaklanıyordur. Bu anormal bir durum değil, normali bu. Sadece bunun için hastalanmak isteyen insanların varolduğunu biliyorum. Son derece mantıklı bir davranış olur. Biraz şefkat, biraz ilgi, biraz moral.

Zaten hayatta beklediği mutluluğun gerisinde olan insanların (ki bu iki türlü olabilir: Ya gerçekten yetersiz bir mutluluğa sahipsinizdir, ya da beklentiniz çok yüksektir) hastalık halleri kendileri açısından çekilmez zamanlar olur. Normal zamanda farkında olamadığınız zevklere erişmek hastayken pek mümkün olmayacağından kıymetleri artar, vesaire; güzel bir yemek, gezip tozmak gibi zevklerden bahsediyorum. Bunun yanında; hasta olunduğunda aklına hastalıkla alakasız pek çok şey de takılabiliyor. Niçin hayattayım, 10 yıl önce ne hayal ediyordum, 5 yıl sonra ne olacak gibi. Birkaç saatlik istirahat, birkaç günlük bir işkence halini alıyor bu gibi durumlarda. Çevrenizdekiler de depresyonunuzda size yardımcı olabilirler tabi; babanız hasta olduğunuz için size kızabilir, hasta olduğunuzu saklamanıza ve belli etmemeye çalışmanıza rağmen o anlayıp bunu sinirini sizden çıkarmak için kullanabilir. Siz de buna karşılık ağzınıza geleni söyleyebilir ve düzenli olarak ettiğiniz dillere destan kavgalardan (yoksa savaş mı diyeyim?) birini yaşayabilirsiniz. İstirahat etmenin ızdırap haline geldiği böyle bir ortamda kendinize ait bir işte bile çalışıyor olsanız izin kullanmaz ve huzur bulmak için hasta hasta çalışabilirsiniz. Arkadaşlarınızın hastalığınıza gösterdiği ilgi ve şefkat beklentinizi karşılamaz sonra; "Allah'ım, neler oluyor!" diye isyanlara sürüklenirsiniz. Hasta olmak böylece fiziksel bir acı olmaktan çıkıp, ruhunu sıkıştıran bir karabasan halini alır insanın.


Her zaman bir çözümdür aklında "Biryerlere gidip hiç gelmemek" insanın. Ya yetmiyorsa artık o? Kesmiyorsa? Sefaleti derinlemesine yaşamak istetiyor depresyon; bir yerlere gidip hiç gelmemek, bir yerlerde kaybolmaya; bir gece uyuyup sabah her şeyi unutmuş olarak kalkma isteği, bir gece uyuyup hiç uyanmama tutkusuna dönüşüyor. Huzurun olmadığı bir yerde, kendinizi lanetlenmiş gibi hissettiğiniz bir hayatta bir de bunu yalnız başına göğüslemeye çalışıyor olmak, içindekini etraflıca anlatmak istememek; insanların sizden beklediklerinin dışına çıkmamak ve her zaman güleryüzlü insan olmaya çalışmak sanki artık katlanılmaması gereken bir durummuş gibi. Sanki, genç yaşta ölmek için fazla yaşlıyım artık.

İnsanların kendilerini korumak için birbirlerine oynadıkları oyunların ortasında bir yerde inadına tüm gardını indirmiş, kılıcını ve kalkanını uzaklarda bir yerde bırakmış öylece bekliyor olmak demek dışardan göründüğü gibi aklında çok feci hinlikler olan, güvendiği çok kuvvetli ve gizli bir yönü olan biri olmak değil. Bu bir inkar sadece; insan böyle de varolabilir. Ben böyle de varolabilirim. Şu an artık iyice biliyorum ki evet, varolunabilir aslında ama bu kolay yolu tercih etmemek oluyor. Bu saatten sonra da kolay yola giden kavşağa dönmek çok uzun zaman alacaktır.


Kısacası, insan herkesi bir sözüyle derin kederlerden uyandırabilecek kadar tatlı dilli; başkalarının acılarını küçümseyip onlara kurtuluş yolları boyunca eşlik edecek kadar kendine güvenli, aynı anda onlarca kişiye yetecek kadar güleryüzlü, kendi varlığını yoksayıp başkalarının varlığına değer katabilecek kadar özverili olsa bile; başkaları için yaptıklarından herhangi birine ihtiyaç duymadığı anlamına gelmez tüm bunlar. Çok güldürüyorsa güldürülmeye, omuz veriyorsa bir omza başını dayamaya, çok değer veriyorsa değer verilmeye, çok konuşuyorsa dinlemeye ihtiyacı olmaz mı insanın?

İtfaiyecinin evi yandığında kimse su dökmeyecek mi?

17 Nisan 2011 Pazar

Lezzet Dudakları V - Roxy

Öyle çok da gezip tozan bir insan olmayışımdan mütevellit, Emre'nin Yıldız'daki evini bulmam oldukça zor oldu. Planımız 3er adet birayı evde tüketip akşam da dışarda birşeyler içtikten sonra dağılmak olduğundan, görev bilinciyle biralarımızı içmeye başladık. İnternetten kaçak Fenerbahçe maçı yayını yapan ızdırap verici derecede takılgan bir site, 2 adet orta boy pizza ve 3er adet bira. Öyle mal gibi oturduk. Tam baygınlık gelmişti ki artık, ablamdan bir mesaj geldi: "Roxy'nin sezon açılışına 2 davetiyem var, gider misiniz Emre'yle?" Emre'yi satıp başkasıyla mı gitsem acaba diye düşündüm ama ağzımdan da kaçırdım bir yandan ablamın mesajını. Emre "Gideriz!" deyince ben de Emre ile gidelecek bir Roxy'e hazırladım kendimi.

Efendim, tam olarak nerde olduğunu bilememekle birlikte, Sıraselviler'de olduğunu söyleyebilirim. Yer yön duygum yok benim. Kapıda iki tane Rambo vardı, bi an geri dönecek gibi oldum ama özlerinde çok iyi insanlarmış. Elleriyle bir yoklayıp aldılar içeri. Neyse efendim, girdik. Geldiğimiz etkinlik ise "Coyote Nights Party"imiş. Ekranlarda klasik westernler filmlerinin sahnelerinden oluşturulmuş bir video vardi ki zevkten 4 köşe oldum. Lakin "Butch Cassidy and The Sundance Kid"den niçin daha fazla sahne yoktu? Bence bu gözden kaçmış. Ama zaten elimizde içkilerle çıppıs çıppıs müzik çalan bir mekanda Lee Van Cleef'leri, Guiliano Gemma'ları, Burt Lancaster'ları ekranlardan izlemek bir garip geldi diğer yandan. Ben bunları düşünürken yanımıza bir minik garson kız geldi, ne içeceğimizi sordu; Emre "Bacardi-Sprite" istedi, ben de çok yaratıcı bir insan olmadığımdan "Aynısından" dedim. Normalde 20 TL ama ilk içki beleş oğlum.


Mekan hoş, loş, sıcak, geniş lakin ben böyle bir mekanın bu kadar önemli bir akşamda (sezon açılışıymış işte) bu kadar boş olmaması gerekiyordu. Gecenin ilerleyyen saatlerinde de dolmadı. Yani normalde insanların g.t g.te olması gerekirdi diye düşünüyorum. Durum böyle olunca insanların birbirleriyle göz göze gelme oranı da artmış oluyor. Çok fazla bu tür mekanlara gitmeyen ve cumartesi akşamı dışarı çıktığında birkaç içki - muhabbetten fazlasını aramyan biri olduğumdan bu durum beni gerer aslında. Sürekli beni süzen annem yaşındaki kadına ve erkek arkadaşıyla dans ederken sürekli beni izleyen çocuğum yaşındaki kıza bu anlamda teşekkür ediyorum; gerildim. Saygılar. Tabii ki sahneye çıkan ve kıvrım kıvrım kıvrılan kızlara bakmadığımı da söylemeyeceğim. Eğer biraz daha alkol alsaydım ben de o barın üstüne çıkıp döke saça birşeyler içebilirdim; yalan yok.


Artık 2 saat olmuştu ve ben bütün geceyi beleş içkiye bağlayan adam imajından oldukça rahatsızdım. Emre de bir şeyler içecekti, ben de votka martini istedim. Bıdık garson geldiğinde Emre siparişi verdi ama "Karıştır ama çalkalama" demeyi unuttu; imajımın sarsıldığını düşündüm. Şunu belirtmek istiyorum ki votka martini istediğimde sadece artistlik yapıyordum, içinde alkol olmayan bir içecek bekliyordum. Gayet de malzemesi bol bir votka martiniydi, bu anlamda daha önce görmüş olduğum mekanlardan bayaa bir öne geçmiş oldu Roxy. Çarptı lan. Bayaa oğunmuş. Malzemeyi esirgememişler. Malzemeyi kimseden esirgemedikleri çok belliydi. Yanımdaki herifin başında kırılan bir bardaktan ve üst kattan düşen bir tabureden bu anlaşılabiliyordu. Artık gitmem gerektiği de anlaşılıyordu tabi. Zaten kız arkadaşı da gelmişti, Emre yalnız kalmayacaktı.


Neden bilemiyorum, son zamanlarda sürekli geyikçi taksicilere denk geliyorum. Beni Şişli'ye bırakan taksici de bu açıdan bakıldığında sırf çeneden oluşuyordu. O kadar içkiyi boşuna içmiş oldum; kafa açtı gece gece. Roxy'e gidelim arkadaşlar. O barın üzerine çıkan dansçıları bir görelim diyorum. Ama sakın gecenin sonunda taksiyle dönmeyin. Başka bir şey bulun. Ne bileyim işte. Öyle.

14 Nisan 2011 Perşembe

Haydi Hasta Olalım

HASTA OLMAK İSTEYENLERE ÖNERİLER

Yahu sabah ne güzeldi hava lan. Tufan kopuyor dışarda şimdi. Japonya'dan radyasyon mu geldi acaba? Adamların her şeyi kaliteli, sağlam; radyasyonları da saftır şimdi bunların. Katışıksız, 1. kalite. Çin'den falan sızsaydı sorun olmazdı gibime geliyor. Vallahi havayı görünce direk aklıma bu geldi. Dışarı çıktım, bikaç damla değdi suratıma, canım yandı gibi hissettim; böyle sanki yüzüme değdikçe damlalar "Çasssssss" diye bir ses duydum gibime geldi.

Tamam; melankoliğim, yağmuru seviyorum, gezip ıslanmak ve hasta olmak istiyorum yağmur gördüğümde etc. ama bi yeter ya! Nisanın ortasındayız, hava azıcık daha yüzsüz olsa kar yağacak! Kardeşim, kaldırdım ben montumu, paltomu, kar lastiğimi. İnsafın kurusun; tişört üstü süveterle nasıl gezeyim bu havada? Ensemi içieri çeke çeke kaplumbağa gibi oldum sanki bi boka faydası varmış gibi. Yüksek atlayacakmışçasına seke seke koşan kalkık yakalı insanlardan bir farkım olsun diye ağır ağır yürüyorum bir de; bari dikine yağsın şu yağmur. Bir suratıma, bir kulağıma, 3 burnuma, 3 ağzıma; abdest almış gibi oldum 2 dakikada.

Zamansız gelen bu yağmurda melankolinin yanında bir de sinir yükü hissettim. Kardeşim, yağmur yağıyorsa eğer, hasta olmak için çıkıyorum dışarı. E yağmur yağıyor da, rüzgar yok! Rüzgarsız yağmur mu olur aq? Hani yakamı bağrımı açtım işte rüzgar vursun diye de bi halt olduğu yok! Ne dandik memlekette yaşıyoruz yav. Yağmurun bile malzemesinden çalınmış.

Yağmur da işe yaramadığı için, nasıl kolay hasta olunur onu konu edindim bu gün. Birkaç gündür küttür kütür atıyor, atıyor bu gönlüm; onun için ağrıyor, ağrıyor şu başım. Ha bugün o da hafifledi ama ben ilk olarak nasıl hasta olunur, hastalık kapılır sorularına cevap aramak istiyorum.

Efendim; dertlerden dert beğenmek durumunda olan, depresyondan depresyona seğirten bir insansanız, canınız hasta olmak istiyor ilk önce. Her ne kadar daha da depresif bir hale getirecekmiş gibi görünse de hasta olmak; "Hasta olmak iyidir; hastaysan, hayattasın demektir" mottusunu benimsemiş insanlarda moral düzeltme açısından iyi(ymiş) bir durum bu. Malum; hasta olma mevsimini yavaş yavaş geçiiyoruz. Nisan ortasına geldik. Yaz aylarına kaldı 1.5 ay; elimizdeki şu kısacık dönemde hasta olmak için neler yapabiliriz bir bakalım.



A: KARDİYOLOJİK HASTALIKLAR

En sevdiğim, favori hastalık türü. Gereksiz derecede uzun, sıkıntılı bir hayatın önüne geçebilecek köklü rahatsızlıkları bünyesinde barındıran bir alan kardiyolojik hastalıklar. Bu tür hastalıklar bir anda öldürebileceği gibi, birkaç günden birkaç aya kadar orta süreli ızdıraplarla da canınızı alabilir. Bakalım nasıl oluyor:

1: Kahve + Soda
Kahve uyarıcı bir içecektir. Uykuyu geciktirir. Kan dolaşımını etkiler, enerji verir vesaire. Soda ile karıştırıldığında ise tam bir atom bombasıdır. Saatler süren, bitmek bilmeyen çarpıntılar için en etkili yöntem olan kahve + soda, benim en favori ikilim olur. Efendiler; öyle şahanedir ki bu ikili; her an kalp krizi geçirecekmiş hissi vererek sizi Allah'a yaklaştırır, olduğunuzdan daha da iyi bir insan olmaya iter (bu benim durumumdaki biri için imkansız, sizin iyi bir insan olmak için hala katetmeniz gereken bir yol olduğunu düşünüyorum) ve hayatınızı bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçirerek güzel bir kısa film izletir. Daha etkili bir hale getirmek için sauna çıkışı içmenizi öneriyorum; bir an önce ölmek için saunaya girmeden önce içmeyi deneyin. Hasta olmak için her yolu denemiş bir kişi olarak beni en sefil hale getiren yöntemin sauna öncesi kahve + soda içmek olduğunu belirtmek istiyorum; sıradan bir insan için bu 5 ila 10 dakika içerisinde ölüm demektir. Bilginize.

2: Alkol + Yoğun Spor + Alkol
Halı sahadan veya yüzmeden önce bir votka veyahut birkaç bira (ki sanılanın aksine birkaç bira daha etkili) ve sporun arkasından aynı şekilde alkole devam etmek, fazla yemek yemiş bir atın çatlaması gibi bir anda sizi öldürebilir. Sıkıcı ve uzun bir hayata nokta koymak için en etkili yöntemlerden biri olan spor ve alkol kombinasyonunun kesin sonuç vermesi için, rahatsızlığın etkilerini arkadaşlarınızın yanından ayrılana kadar belli etmemeniz gerekiyor. Ha, belli etseniz bile hiç oralı olmayacak arkadaşlara sahipseniz zaten bugüne kadar boşuna yaşamışsınız, zaten çoktan ölmüş olmanız gerekirdi ki; bu çok ayrı bir yazının konusu. Not: Yoğun spor yerine sauna da tercih edilebilir. Mümkün olan en yüksek sıcaklıkta 45 dakika kadar kalmak yeterli olur diye düşünüyorum.



B: SOLUNUM YOLU HASTALIKLARI

Aslında solunum yolları değil de, direk olarak akciğerle alakalı rahatsızlıklara eğilmek istiyorum. İnsanı gerçekten perişan eden hastalıklar oluyor genelde. Sürekli öksürük, ciğerlerden gelen az sonra içindeki suyun kaynayacağını keman konçertosu ile belli etmeye çalışan çaydanlık sesi, göğüs ağrısı ve hatta herşeyi kusursuzca yapmışsanız sırt ağrısı bu tür hastalıkların bize sunduğu nimetler.

1:cak banyo + klima
Sıcak banyo yerine hamam, sauna da olabilir. Önemli olan sıcak, yuva gibi bir ortam bulmak. Sıcakta pembeleşene, pelteleşene kadar iyice bekledikten sonra artık hava esiyorsa sokağa çıkmak olsun, veya bir klimanın karşısına oturmak olsun; ciğerler ağızdan gelene kadar öksürmek için birebir. Yeter ki ince giyinin, yakayı bağrı açın. Klimalı masabaşı iş ortamlarında bu tür bir rahatsızlığa yakalanmak için bayanlar bir adım öndeler. Erkeklerin kravatları çıkarıp düğmeleri açmak gibi bir lüksü olmayabilir lakin sadece dekolte giyerek bu hastalığa yakalanmak için gereken üniformaya sahip olabilirler.

2: Vicks
Evet, sadece Vicks. Yapmanız gereken tek şey, hem göğsünüze hem de sırtınıza bolca sürmek. Hatta bir de bunların emilenleri var, ondan da bir tane atarsanız ağzınıza, hatta ve hatta üstüne bir de soğuk su içerseniz sadece ciğerleri mahvetmekle kalmaz, boğazınızı da paramparça edebilirsiniz. Normalde sadece göğüse veya sadece sırta sürülen Vicks'i iki tarafa da mutlaka sürün ama, böylece cereyan yapacak; yapacak ki .mı g.tü dağıtabilesiniz.

3: Sigara + Nargile
Sadece içine s.çılmış bir ciğer değil, dayanılmaz bir de baş ağrısı vaad ediyor. Sürekli çekilen duman ve zifir nedeniyle beyne pompalanan kandaki oksijen seviyesi oldukça düşecek; beyin fonksiyonları yetersizleşecektir. Daha etkili olması için 6-7 saat boyunca nargileye devam edin. Kim bilir; tütün biter belki, kömürden zehirlenip hastaneye bile kaldırılabilirsiniz.



C:
MİDE VE BOŞALTIM SİSTEMİ HASTALIKLARI


Yiye yiye çatlamak gibi pahalı seçeneklerden ziyade, ekonomik hastalıkları belirlemeye çalıştım. Tamam, hasta olmayı amaç edinmiş ve bunun için kesenin ağzını açmış olabilirsiniz ama herkesin bütçesi uygun olmayabilir. Bakalım:

1: Aç karna kola
Belli bir miktara kadar midede yanma yapar. Artırırsanız ve düzenli olarak devam ederseniz reflü, ülser gibi hastalıklara kavuşabilirsiniz. Bokunu çıkarırsanız tek seferde midenizi bile delebilirsiniz. Ha, mideniz delindiğinde artık sadece bir mide hastalığı olmaktan çıkar tabii ki.

2: Dondurma + Çay
Tabii ki bu da aç karna olacak. Hatta mümkünse önce çay içildiğinde daha iyi sonuç verecektir. İnanın, saatlerce hiç durmadan ölük ölük kusabilirsiniz bu sistemle. Hatta mide kanamasına kadar yolu var. Yeterli miktarda dondurmanın 1 ila 3 TL, bir bardak çayın da ortalama 50Kr olduğunu düşünürsek gayet ekonomik bir yöntem.
3: Taşa oturma
Evet, kendisi en bilindik yöntemlerden biridir. Midenizi bilemem ama bağırsaklarınızın dolu olması gerekiyor. En kötü ihtimalle gaz şişkinliğinden patlayacak hale getirebilir bu yöntem sizi; gazdan daha çok verim almak istiyorsanız da fasülye, nohut, mercimek gibi bakliyatları yedikten yaklaşık 2 saat sonra deneyin. Böylece hem bağırsakları bozmuş, hem de yoğun gaz nedeniyle kalp spazmı riski edinmiş olabilirsiniz. Sosyal anlamda da sıkıntı yaratacağından stres ve buna bağlı olarak çarpıntı da yapabilir. Aslında güzel bir seçenek. Old school. Ne varsa eskilerde var zaten.

D: DİĞER SEÇENEKLER

1: Pencereyi açıp örtünmeden uyumak
Çok uzun soluklu, kalıcı değil ama en sinir bozucu bu olsa gerek. Ne sağa sola dönebilir, ne de rahat rahat yürüyebilirsiniz. G.tünüze başınıza giren pek çok kramp ve tutulmayla sonuçlanacak bu eylem, gününüzü mahvetmek için en etkilisi. Ertesi güne çok fazla bir şey beklemeyin ama.


2:
l döndürme (Pilonidal sinus veya Pilonidal kist)
Bakın bu çok zor ve çok uzun vadeli. Allah'ın sevgili kuluysanız spontane bir biçimde oluşabilir ama illa kendiniz yapmak isterseniz de mümkün. Yapılması gereken, kuyruk sokumunuzu Mach3 ile tersten tıraşladıktan sonra gayet kuvvetli bir bant yapıştırmak. Gerisi Allah'a kalmış; 3 gün sonra da rahatsız etmeye başlayabilir, 3 yıl da sürebilir ama uzun vadede g.tünüzün üstüne oturamayacağınızı garanti ediyorum. Acıya katlanabiliyorsanız gerekli ameliyatı anestezisiz olabilir (denendi; %100 çalışıyor) ve utancın doruklarına çıkabilirsiniz. Amelyat olmak gibi bir planınız yoksa, kılın dönmeye başladığını anladığınız andan itibaren gün içerisinde sıcak duş alın bir kaç kez. Süreci oldukça hızlandırıyor.

Önümüzdeki ayların dileyen herkese çareli-çaresiz bir çok hastalık getirmesi dileğiyle. Beter olun.

12 Nisan 2011 Salı

Google'ın Annesi

Blogumun 1 aydır kapalı olmasıyla ilgile değil sıkıntım; 6 aydır bir açılıp bir kapanması ve bu konuda Google'ın hiçbir s.kim yapmaması. Hani aklıma geldikçe yazıyorum bir şeyler, insan doluyor, yazmak istiyor. Google'ın elimden aldığı sadece blogum değil; içimi döktüğüm günlüğümü, "Midas'ın kulakları eşşek kulakları / Dişleri inci, kiraz dudakları" diye haykırdığım kuyumu elimden aldı p.zevenkler. Tamam, şimdi rahat rahat girebiliyorum ama ne olacak benim domain? Ne olacak 1 kelime yazmamı bekleyen milyonlarca hayranım? Bunları düşündüğü var mı a Google?

"Son bir ayda neler neler oldu aq." Böyle demek isterdim ama bir s.kim olduğu yok. Zaten tam da bu yüzden blog yazma ihtiyacı duyuyor insan. Belki de bloga gereğinden fazla misyon yüklemişim; yine bir alışkanlığı tutku haline dönüştürüp yokluğunda ızdırap çekmişim tam olarak bilemiyorum ama Blogger; senin ananı avradını s.kerim. Kapat aq şu yasadışı Digiturk yayını yapan blogları, geri ver etki alanı adımı da adam gibi, içimden gelerek bir şeyler yazayım.

Türkiye'de yaşayan ve her haltı kafasına takarak kendine eziyet eden bir insanım. Türkiye lan! Kafaya takılacak o kadar şey var ki! Yani her gün de insan "Şu konuda şöle düşünüyorum, evet şöyle şöyle yapın ki adam olun, akıllı olun" yazamaz. Gazeteleri, televizyonları kaplayan o abuk sabuk şeylerin bünyeme yaptığı etkiyi kusayım ki, kendi dertlerim kalsın sadece aklımda. Bak dün akşam yine ağrıdan g.tümün üstüne oturamıyorken (yapılacak seviyesiz şakaları duymazdan geleceğim) kendimi "Vay anasını arkadaş, CHP'nin yaptığı revizyona bak, n'apıyo bunlar aq?" diye düşünürken yakaladım. Çok afedersiniz ama s.kmişim partisini de seçimini de ama insan kafaya takıyor! Ya da ben insan değilim (ikinci olasılığı tercih edecek pek çok dostum var, ne güzel).

Bakın neler oldu: Libya'ya gittik. Japonya'da deprem. Nükleer santral sızıntı yapıyor. Tayyip "Evde de doğalgaz var n'olmuş yani" dedi. ÖSYM s.çtı. Aptulla tatmin oldu. Gazeteciler yine hapiste. Seçimler geliyor. CHP Ergenekon sanıklarını aday gösterdi. Galatasaray kümede kalma mücadelesinde. Kayıp çocukların katili yakalandı.

Beynimde hepsi birbirini s.kiyor şu yukarda saydığım olayların. Bir kavga, bir gürültü; sorma yani. Cinnetin eşiğindeyim. Halbuki benim kendime dert edinecek iki ayrı işim, 3 ayrı koldan çözmeye çalıştığım sağlık problemlerim, sağlamaya çalıştığım bir huzurum ve kendimi vakit ayırmak zorunda hissettiğim ve gayet de memnun olduğum huzur noktalarım var. Bunların neredeyse hiçbirine beynimde yer ayıramıyorken, kafamda grup seks yapan ülke ve dünya meselelerine mesir macunu yediren Google'ın ta kendisidir. Çabuk yap düzelt şu yediğin bokları! Yazacak çok şey var.